31 Ağustos 2006

TARATORLU BÖRÜLCE SALATASI


MALZEMELER:
½ kg börülce
1 domates
4 diş sarımsak
2 dilim ekmek içi
½ su bardağı ceviz içi
2 kaşık sirke
1 çay bardağı zeytinyağı

Bu salatayı tatile gitmeden önce yapmıştım ve Salata Ye etkinliğinde yazarım diye düşünmüştüm. Ama o sırada burada olmadığım için kalmış. Börülceyi hep çok sevmişimdir. Ben salatasını çok sevdiğim için yemeğini pek yapmam. Hep yediğimizden farklı olsun isteyince börülceyle daha değişik bir salata nasıl yapabilirim diye düşündüm. Sonuçta böyle bir şey oldu. Taratora benzeyen bir sosla yaptım ve bizim hoşumuza gitti. Bakalım sizler de beğenecek misiniz?
Börülceyi haşlayıp süzün. Süzdüğünüz börülcenin üstüne bir parça zeytinyağı gezdirmekte fayda var. O soğurken sosunu hazırlayalım.
Mutfak robotuna ekmek içi, sarımsak, ceviz içi ve domatesi koyup karıştırın. Zeytinyağı, sirke, tuz ve karabiberi de ekleyip tekrar karıştırın. Tarator hazır olunca börülceyi servis tabağına alın ve sostan 1-2 kaşık ayırıp börülceye dökün. Sosu iyice karıştırın. Ayırdığımız sosu süslemek için üstüne gezdirin. Kiraz domatesler ve cevizle süsleyin.
Afiyet olsun :)

Etiketler:

YAZDAN KALANLAR...




Ben sıcakları pek sevmem. Dolayısıyla yaz mevsimi de en sevdiğim mevsim değildir. Mesela şimdi, dışarıda yağmur rengi bir hava, düşecek damlaların kokusu ve bu serinlik içime tarifsiz bir neşe ve sakinlik dolduruyor. Sakin ve neşeli nasıl oluyor diyeceksiniz? Ama bu havada oluyor. Yüzümde sanki bir resimmişim gibi sürekli bir gülümseme ve sakin kalp atışlarıyla rezene çayımı yudumlarken, yazdan kalan anılarımı yazmak istedim.
Benim göçebe ruhum, kuşların tersine soğuğu yakalamak için koştururken yazı çekilir hale getirecek yerlere gitmek için düştüm yollara. Kuş gibi uçtum ve kendimi yarpuz kokulu Göcek yollarında buldum. Göcek’in hemen çıkışında İnlice diye bir köy var. İşte oraya gittim. Orda da bir Eco Club Inlycia var. Burası grupların belirli atölyeler yapmak için geldiği, bu sırada da oldukça konforlu çadırlarda konaklayabildikleri bir eko kamp. Benim şansın bu kampın yaratıcısı ve şu anda her şeyiyle uğraşanı olan Münevver’in kuzeni olmak. Böylece atölyelerin olmadığı ve kampın boş olduğu bir dönemde burada konaklama fırsatı bulduk.


Aslında giderken biraz endişeliydik. Çadırlar nasıl olacak, doğal hayatla ne kadar barışık olabileceğiz bilmiyorduk. Gittiğimizde bir cennet parçası bulduk. Çok büyük çabalarla oluşturulmuş muhteşem bir yeşil alan.

Ortasından kendi açtıkları bir dere geçiyor. Derede bir sürü nilüferler, derenin üstüne su içmek istermişçesine yapraklarını uzatmış ağaçlar, bir yanda ağaçlar arasında bir sürü hamaklar, sebze-meyve bahçesi, lavantalar, fesleğenler… itiraf ediyorum yine de başta zorlandık. Öyle alışmışız ki şehrin beton binaları arasında bizden başka hiç bir yaşam formunun yaşama hakkı yokmuş gibi hepsini yok ederek yaşamaya, oradaki insanların hiç rahatsız olmadan oturdukları bir ortamda hoplayıp zıplayarak oturmaya çalıştık ilk günlerde. Söyler misiniz bir insan neden çekirgeden çekinir, daha beş metre ötesindeyken kendinden korkup suya zıplayan kurbağalardan niye tedirgin olur?
Ben sebebini bulamıyorum, bu kadar mı uzağız doğadan, bu kadar mı izole ettik kendimizi diye düşündüm durdum. Yavaş yavaş alıştım. Ağaçların sağladığı serinlikle her zaman Göcek’ten çok çok serin olan bu yerde günlerimi geçirirken bir çok insanla tanıştım ve onlar için yaşamın doğal akışı olan birçok şey öğrendim.


İnlice sahilinde yediğim en güzel katmer ve gözlemeleri yapan teyzeyle tanıştım. Pazardan yeni yapılmış bazlama aldım. Dokumalarıyla ünlü olduğunu öğrendiğim Üzümlü köyünden gelin gelmiş gencecik bir kızın eliyle dokuduğu bezleri gördüm. Hatta bir uzun yol kaptanıyla tanıştım.
Tanıştığım insanlar hayatıma renk kattı elbette ama ondan da öte her tanıştığım insan yaşama bakışımda kırılmalar yarattı. Buraya biraz daha sakin, biraz daha mutlu, biraz daha uyumlu biri olarak döndüm.
Sabahları çadırdan çıkıp çiğden sırılsıklam çimlerde yürürken yüzüme çarpan değişik bir koku vardı. Sanki tanıdığım bir koku ama çıkaramıyordum. Sonra öğrendim ki bu, o çimen diye basıp geçtiğim yeşilliklerden geliyor. Oralarda çim gibi her yerde yetişen bir nevi yabani nane türü olan yarpuzmuş. Hele yollara çıktığınızda klimayı boş verip mis gibi dağ havasını almak için camları açtığınızda öyle yoğun oluyor ki bu koku…

Sonra her gün organik bahçeden topladığımız taptaze domatesleri yedik. Kırmızıların yanında bir de sarı domatesler vardı ki tatlarını anlatamam. Aslında sizlere anlatacağım çok özel lezzetler, değişik lokantalar filan yok. Eskiden herkesin sahip olduğu bir şans olan doğal ürünler yeme, onları toplama gibi şeyler beni öyle mutlu etti ki, başka bir şey aramadım. Sonra dolunayla beraber deliren sivrisineklere karşı en iyi korumanın fesleğen olduğunu öğrendik oradakilerden. Burada pesto sos yapmak için 5-6 yaprağına bir dolu para verdiğimiz fesleğenleri koparıp vücudumuza sürdük, saçlarımıza taktık. Sonra bir baktım ki sahile indiğimde gördüğüm köylü amcalar da kasketlerinin yanından fesleğen yaprakları tutturmuşlardı kulaklarının arkasına… doğanın verdiği bu bolluktan bu kadar kopmuş olmanın burukluğu çöktü üstüme biraz. Ama o fesleğen kokarak gezdiğim günlerde, istediğimi kopardım topraktan.

Bir de denizden 600 metre yüksekte Gökçeovacık köyü var. Orada da iki köy evini tamir ettirmiş Münevver ablalar. Oraya da çıktık. Göcek’i gören bir dağ tepesine çıkarken görebileceğiniz manzarayı, koca kaya blokları karşısında duyabileceğiniz hayranlığı sözlere dökmek gereksiz sanırım. Oraya vardığımızda evlerin birinin 1000, diğerinin 1500 metre karelik bahçelerine daldım. Kocaman sarı kabaklar, kırmızı patlıcanlar, tomatillolar vardı.

Nereye elimizi uzatsak çok sevdiğimiz bir şeylere erişiyorduk. Adaçayı, ayçiçeği, mürdüm eriği, fesleğen, kekik, incir, patlıcan, ah bir de mor fasulyeler. Alice’in Harikalar Diyarına gelmiştim sanki. Kırmızı patlıcanlar, mor fasulyeler… Doğa ne renkler yaratıyor inanılmaz… eh hepsinden topladık tabii. Hepsinden tattık.
Ama ne zaman ki zamanı çoktan geçmiş olan çilekler bana göz kırptı yerden, o zaman kendimi kaybettim. Bir açıklaması da vardı bunun, orda anlattılar bu mevsim sonu çilekleri neden olurmuş diye ama çok algılayacak durumda değildim ;)

Dışları kırmızı ama içleri bembeyaz olan bu minicik çilekleri yedikten sonra bir daha o tadı nasıl unuturum da buradaki çilekleri yerim bilmiyorum ama o anda ne böcek korkusu kaldı ne başka bir şey. Yerdeki yeşilliklerin içinde debelene debelene bulabildiğim tüm çilekleri topladım. En son üstümden bir çekirge aldıklarında ben hâlâ çileklerle meşguldüm :)

Ah bitmez ki bu hikayeler. Bir de bu küçücük dağ köyü evinde—ev dediysem bir küçük odaymış işte— 7 kardeşiyle büyüyen Gülümser’le tanıştım. Ondan öğrendin oradaki bitkileri. Ayçiçeğinden çekirdekleri alıp çitlerken salatalığı toplarken dalına basarsan acı olduğunu öğrendim. Sonra annesinin dağ manzarasına karşı kilimler dokuduğu dokuma tezgahını gösterdi bana. Üstünde mor bir çanta asılıydı. Kilim gibi dokunmuş. ‘Ne güzelmiş bu’ dedim. ‘Al senin olsun’ dedi. Annesi yapmış. Annesi bu çantalardan yapmış bütün torunlarına o tezgahta. 13 toruna 13 çanta. Ama nedense bir tane daha yapmış. Kendi göçüp gitmiş, çantayı arkada bırakmış. Fark etmişler ki çantayı yemeye başlamış güveler. İçine naftalin koyup asmışlar dokuma tezgahına. Ben gelene kadar orda beklemiş. Sonra Gülümser babasına ‘senin çantaya sahip çıkacak bir çıktı sonunda’ dedi. Sanki amcanın yüzünde bir burukluk oldu. Ama o da bana hikayeler anlattı. Çantanın kapağını açtım, içine yün iple asılı küçük bir uğur böceği seramiği… Benim için ayrı bir anlamı vardır uğur böceklerinin. Hemen sordum bunu kim taktı diye. Annem dedi Gülümser. Fatma teyze 13 toruna 14 çanta yapmış, 14.sünü mor yapmış ve içine de bir uğur böceği bırakmıştı…Bu kadarı da fazla değil mi? Oradan çok değişik duygularla ayrıldım, elimde ayçiçeği, sepette meyveler, arabayı buram buram kokutan adaçayı ve kekik ve yanımda Fatma teyzenin çantası…
Daha anlatacak çok şey var ama buraya kadar okuyan bile olacak mı bilmiyorum. Çok uzun oldu. Bitsin bu yazı… Sonra devam ederim.

28 Ağustos 2006

eve döndüm...



İşte döndüm :)
Evini özlemek de güzel bir şeymiş aslında. Uzun süre evden uzak kalınca insan dönmek istemeye başlıyor. Dönmek isteyecek kadar uzun uzaklarda kalmak da güzel. Geri gelince, bir bavula sığdırdığınız kablumbağa kabuğunuzdan evinizin bildiğiniz, alıştığınız haline gelmesine kadar geçen süre biraz sıkıcı gerçi. Bir de şu sıcaklar… İşte buna hiç alışamıyorum. Belki ben de göç etmeliyim, yaz gelince soğuk yerlere gitmeliyim. Neyse şimdilik böyle idare edelim, suya, yeşile yakın bir yerlere gitmekle (yeşillerimizi de çaldı alevler gerçi)…
Anlatacak çok hikayem var, bir çok insanla tanıştım, beni çok mutlu eden bir dolu küçük neşeler biriktirdim. Hepsini anlatmak istiyorum. Ama önce bir kaplumbağa kabuğumu çıkartayım. Sonra hepinizi çaya bekliyorum. Güzel güzel hazırladıklarımdan ikram edip, hepsini bir bir anlatacağım…
Evet, evet… Eve dönmek güzel…